• “Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum!”

    “Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum!”

    Anadolu Rock müziğin en büyük üç ismi kuşkusuz Barış Manço, Cem Karaca ve Erkin Koray. Bu üç büyük sanatçı, eşsiz parçaları, anlattıkları hikâyeler, hayat tarzları, dünya görüşleri ve hepsinden öte sanatçı duruşlarıyla tarihimizde önemli yerler edindiler.

    Bugün Gülpembe, Dağlar Dağlar, Tamirci Çırağı, Öyle Bir Geçer Zaman ki, Fesupanallah gibi parçalar, üzerinden uzun yıllar geçse de nesillerin dillerinde varlıklarını sürdürüyor ve keyifle dinlenmeye devam ediyor.

    Bu parçaların kalıcı olmasının sebebi, tabii ki taklit değil; özgün olmaları ve bu coğrafyanın izlerini taşımalarının yanında barındırdıkları sözlerdir. Müzikten aldığınız keyfi kısa bir süreliğine kenara bırakıp sözlere kulak kabarttığınızda aslında oldukça derin anlamlar, önemli mesajlar ve insanı etkileyen duyguları yakalıyorsunuz.

    Üç büyük sanatçı arasında seçim yapmak oldukça zor olsa da, ilk tercihim her zaman Barış Manço’dur. Birini diğerleriyle kıyaslamıyorum; hepsinin bütün albümlerini, en az bilinen parçalarını bile sayısız kez dinlemiş olmama rağmen Barış Manço’yu bir nebze farklı bir yere konumlandırıyorum.

    Nedenini açıklayayım: Barış Manço’nun özgün eserlerinin, üzerinde yaşadığımız coğrafyadan ve halk edebiyatı geleneğinden beslendiği bir gerçek. Hatta edebiyat çevrelerinde Manço için “çağdaş bir halk ozanı” tanımlaması da yapılıyor. Manço, parçalarında hepimiz için en doğal duygular olan aşk, özlem, tutku gibi konulara değinse de sosyal mesajlar vermeyi, öğütler sunmayı, öyküler anlatıp kıssadan hisse çıkarmayı, dinleyeni iyilik, dürüstlük, ahlaklı olmak gibi değerler üzerine düşünmeye yönlendiriyor.

    Manço’nun en sevdiğim parçası Halil İbrahim Sofrası. Manço’nun 1983 yılında çıkan, “Estağfurullah… Ne Haddimize!” plağında yer alıyor. Söz ve müziği de Manço’ya ait. Bahsettiğim ifadeleri bu parça üzerinden irdeleyip anlatmak istiyorum.

    Önce parçanın sözlerine bakalım:

    “İnsanoğlu haddini bilir, kem söz söylemez iken

    El âlemin namusuna yan gözle bakmaz iken

    Bir sofra kurulmuş ki Halil İbrahim adına

    Ortada bir tencere, boş mu, dolu mu bilen yok”

    Alışık olduğumuz üzere Manço, parçanın girişinde bir öykü anlatıyor. Sözleri, Türk şiirindeki geleneksel hece ölçüsüyle, 15 heceyle yazdığına dikkatinizi çekerim.

    Şöyle devam ediyor:

    “Daha çatal, bıçak, kaşık icat edilmemişken

    İsmail’e inen koç kurban edilmemişken

    Bir kavga başlamış ki nasip kısmet uğruna

    Kapağı ver, kulbu al, kurbanı hiç soran yok”

    Hayat, mücadeleden ibaret. Tarihin başlangıcından beri öyle. Sonra da şöyle diyor:

    “Yıllardır sürüp giden bir pay alma çabası

    Topu topu bir dilim kuru ekmek kavgası

    Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna

    Kimi tatlı peşinde, kimininse tuzu yok”

    Manço burada insanlar arasındaki eşitsizliği vurguluyor. Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı parçasında bu eşitsizlik bir olayın öyküleştirilmesiyle sınıfsal bakış açısıyla anlatılırken, Manço burada öyküleştirmeye devam ediyor.

    Parçanın geneli aslında insanlığın temel çelişkilerine ve hayatta kalma mücadelesine atıflar, sembolik ifadeler içeriyor. Ancak sözleri arasında en sevdiğim kısım, sonda yer alıyor:

    “Alnı açık, gözü toklar buyursunlar baş köşeye

    Kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeye

    Nefsine hâkim olursan kurulursun tahtına

    Çalakaşık saldırırsan ne çıkarsa bahtına

    Halat gibi bileğiyle, yayla gibi yüreğiyle

    Çoluk çocuk geçindirip haram nedir bilmeyenler

    Buyurun, siz de buyurun

    Buyurun dostlar, buyurun”

    Ve devam ediyor:

    “Barış der: ‘Her bir yanın altın, gümüş, taş olsa

    Dalkavuklar etrafında el pençe divan dursa

    Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum

    İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok

    Sapa, kulba, kapağa itibar etme dostum

    İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok

    Para, pula, ihtişama aldanıp kanma dostum

    İçi boş insanların bu dünyada yeri yok

    Para, pula, ihtişama aldanıp kanma dostum

    İçi boş insanların bu dünyada yeri yok’ ”

    Okuduğumuz bu iki kıtada nice kitaplara, nice söylevlere sığmayacak nasihatler var. Öte yandan, bir insanın olmaması gereken karakter, kula kulluk etmek ve dalkavukluk, duru bir dille eleştiriliyor. Üstelik mala, mülke, varlığın büyüsüne kapılmamak nasihati de insanları düşüncelere sevk ediyor. Bunları söyleyen Manço’nun, Kadıköy Moda’da çok da lüks olmayan bir evde yaşadığını, Moda’nın yeşillikler içinde sakin bir semt olduğunu düşününce sözler daha da anlamlı oluyor.

    Tüm bu ifadeleri yan yana koyup parçayı dikkatle dinlerken sözleri de okumak, Manço’nun söylemek istediklerini berrak bir şekilde kavramak, bu sözlerden çıkardığım dersler Halil İbrahim Sofrası’nı en sevdiğim sanatçının en sevdiğim parçası hâline getiriyor.

    Yazıyı okuyanlardan isteğim, okumayı bitirdikten sonra parçayı dikkatle dinlemeleri. Sözlerden kendi hayatlarımız ve içinde bulunduğumuz ortamlar hakkında epey ders çıkarmamız işten bile değil.

    Sözleri dinleyip kavrayıp hâlâ ihtişam ve dalkavukluk peşinde olmaya devam edecek olanlara ise bir şey demiyorum.

    Çünkü “içi boş insanların bu dünyada yeri yok.”

  • Anadolu’da Bir Felsefe Ekolü, Konya

    Anadolu’da Bir Felsefe Ekolü, Konya

    Sosyal Bilimler, ülkemizde Fen Bilimleri kadar geniş bir uygulama ve yayılma alanı bulamıyor. Edebiyat, Tarih, Coğrafya, İletişim, Siyaset Bilimi gibi dallar, üniversitelerde sık tercih edilen bölümler olsa da konu teorik bilgiyi meslek hayatına aktarmak ve bu dalların gelişmesine katkı sunmak olunca, maalesef olması gerekenin gerisinde kalıyor. Akademik çalışmalar ise adı üzerinde, akademiye sıkışmış, dar bir çevreye hitap ediyor görünüyor. Bugün çoğumuz Antik Yunan’dan Postmodern evreye kadar çok çeşitli düşünce insanlarının isimlerini ve genel geçer de olsa düşüncelerini bilsek de Türkçe düşünen, Türk sosyal bilimciler neredeyse hiç tanınmıyor.

    Anadolu’yu hayatın her alanında çağdaş milletlerin yanına konumlandırmak için büyük atılımlar gerçekleştiren Cumhuriyet Devrimleri, sosyal bilimler alanında da önemli ilerlemeler gerçekleştirmek için çeşitli adımlar attı. Bugün, her şehirde en az bir üniversite olsa da hâlâ iyi üniversite okumanın büyükşehirlerde öğrenci olmaktan geçtiği genel kabul gören bir görüş. Dolayısıyla hem mesleki hem bilimsel anlamda ileri adımlar atmak isteyen öğrenciler, öncelikli olarak İstanbul, Ankara, İzmir ve çevrelerindeki kentleri tercih ediyorlar. Anadolu’da da nitelikli eğitim vermeye devam eden üniversiteler var. Eskişehir buna bir örnek. Peki, bir dönem oldukça farklı bir felsefi görüşün sayılı temsilcilerinin, tüm genel kabullerin aksine Konya’da çalıştığını kaç kişi biliyor?

    İlk okuduğumda, manevi atmosferi ile tanınan Konya ile anılan bir felsefe ekolünün varlığı bana da şaşırtıcı gelmişti. Konuyu biraz kurcaladıktan sonra, “Konya Enerjetetik Felsefe Okulu”nun Türk Düşünce Tarihi’ndeki kendine özel yerini yeni bir gezegen keşfetmiş gibi araştırdım.

    Enerjetetik görüşü, daha önce dikkatimi çekmemiş, duymadığım bir felsefi yorumdu. Bu görüşün önemli temsilcilerinden Naci Fikret, Enerjetetik’i şöyle tanımlıyor: Sinir sistemi, dış uyarımları alarak bunları hareket ve duyguya dönüştürür; bu süreç reflekslerle işler. Şarkı, müzik, şiir, dans, resim ve heykel gibi sanatların kökeni de bu uyarımların tekrar üretilebilmesinde yatar. İşte tam bu noktada enerjitizm devreye girer: Aldığımız gıdalar enerjiye dönüşür. Eğer bu enerji harcanmazsa gerilir, taşar ve acı verir. Enerjinin boşalması ise haz doğurur. Bu nedenle güzel olarak nitelendirdiğimiz şeyler, bizde haz uyandıran uyarımlardır. Ancak beyin geliştikçe enerjiyi sürekli tüketir ve estetik heyecan azalır. Bu bağlamda enerjitizm, sanatların ve güzelliğin kaynağını, yani haz ve heyecanın enerji akışındaki rolünü açıklayan anahtar bir kavramdır.

    Konya Enerjetetik Felsefe Okulu’nun öyküsü de bir o kadar dikkat çekici. Şehirde, 1 Ocak 1925 tarihinde yayımlanmaya başlayan Yeni Fikir dergisi, bu görüşün yayın organı olarak ortaya çıkıyor. Derginin sahibi ve başyazarı Naci Fikret. Konyalı bilgin Mustafa Fikri’nin oğlu olan Naci Fikret, babasından özel dersler aldıktan sonra Mülkî İdadî’de okuyor. Öğrencilik yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Ufk-ı Âti dergisini çıkarıyor. 1910’dan itibaren Zekâ, Felsefe ve Millî Mecmua gibi dergilere makaleler gönderiyor. I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Irak cephesinde görev yapıyor. Savaş sonrasında Konya’da coğrafya ve felsefe öğretmenliği yapıyor. Ayrıca üç yıl Konya Arkeoloji Müdürlüğü ve birkaç yıl da Yusuf Ağa Kütüphanesi Müdürlüğü görevlerinde bulunuyor. Yeni Fikir dışında, şehrin arkeolojisi ve tarihine dair Türkçe ve Fransızca kitaplar yayımlıyor. Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcayı edebî düzeyde bilen Fikret, 1945’te vefat ediyor.

    Derginin diğer önemli ismi ise Namdar Rahmi. Soyu, Konya’nın köklü ailelerinden Abdüllatifzadeler’den. 1896’da Kütahya’da doğup, ilk ve orta öğrenimini Konya’da tamamlıyor. Öğrencilik yıllarında çıkardığı Şahap dergisinde ilk şiirleri yayımlanıyor. 1912’de öğretmenliğe başlıyor ve bir süre sonra edebiyatı bırakarak felsefeye yöneliyor. Uçak, Babalık, Yeni Fikir, Nur ve Millî Mecmua gibi dergi ve gazetelerde yazılar kaleme alıyor. 1925’te felsefe ve psikoloji eğitimi için Paris’e gidiyor ve Sorbonne Üniversitesi’nden mezun oluyor. Dönüşünde Konya, Bursa ve Ankara’daki liselerde felsefe öğretmenliği yapıyor. 1944’te İstanbul’da vefat ediyor.

    Yeni Fikir’in başyazarı Naci Fikret, yayınlanma amaçlarını şöyle açıklıyor: “Çevremizde ilmî ve felsefî bir çığır açmak amacıyla bu dergiyi kurma gereği duyduk. Konya’da daha önce de çeşitli dergiler yayımlanmıştı… Arkadaşlarımızın ilme ve kültüre hizmetleri büyüktür. Ancak birçoğu yalnızca belirli bir alanda kalmış ya da sadece edebiyat dergisi olarak kalmıştır. Hâlbuki yıllardır derinden hissedilen fikir ve ilim açlığının giderilmesi için her alanda, her yönden besleyici bir yayın yapmak gerekiyordu.”

    Yeni Fikir dergisi, 1 Ocak 1925’te başladığı yayın hayatına 51 sayı çıkararak 15 Ekim 1929’da son verdi. İlan ve reklam almayan derginin herhangi bir ticari beklentisi de olmadı. Dergi, Darwin’den Lamarck’a, Durkheim’dan Le Bon’a kadar çeşitli bilim insanlarının görüşlerini paylaştı, yorumladı ve Konya ile çevresindeki okurlarıyla buluşturdu.

    Konya Enerjetetik Felsefe Okulu ve Yeni Fikir dergisine, Türk Düşünce Tarihi’nde önemli çalışmaları bulunan Hamdi Ziya Ülken’in Türkiye’nin Çağdaş Düşünce Tarihi kitabında geniş biçimde yer verilmiş. Ben de bu yazıyı hazırlarken Ülken’in kitabından faydalandım.

    Fen Bilimleri, ülkemizde istihdam olanakları daha geniş bir alana hitap ettiği için olsa gerek, daha fazla rağbet görüyor. Ancak ülkemizin gelişmesi ve kalkınması için Sosyal Bilimler’in de daha fazla değer görmesi gerekiyor. Ülkemizde Sosyal Bilimler adına nitelikli çalışmalar oldukça fazla. Bu çalışmaların ezberci anlayıştan kurtulup geniş kitlelere yayılması gerektiğini düşünüyorum. Anlatacak çok şeyimiz var.

  • Nasıl Politize Olduk?

    Nasıl Politize Olduk?

    Türkiye ve dünyada olup bitenlerle ilgilenmeye başladığımda lise öğrencisiydim. Reşit olmama bir buçuk yıldan uzun süre vardı. 2007 yılının başlarıydı. O dönem Facebook henüz popülerleşmemişti. Evlerde internet yeni yaygınlaşıyordu. Akıllı telefonlar ise henüz hiç kimsede olmadığı için bilgiye ulaşmak hâlâ gazete, dergi ve kitap okuyarak, haber izleyerek mümkündü.

    Siyasete dair şeylerle ilgilenmeye başlamadan önce sivil toplum kuruluşlarını, sonra da siyasi partileri araştırmaya başladım. Bir yandan da sabahları okula giderken gazete alıyor, akşamları evde ansiklopedilerden ideoloji maddelerini okuyordum.

    Bir süre sonra Gemlik ve Bursa’daki siyasi gelişmeleri yakından izlemeye, 18 yaşıma girdikten sonra da Atatürk’ün çizgisinde siyasi çalışmalara katılmaya başladım.

    2000’li yılların sonu ya da 2010’lu yılların başlarında, gençlerin siyasi konularla ilgilenmesi yaygın ve alışılmış bir durum değildi. Hayatının büyük bölümünü internet kafede çevrimiçi oyunlarda geçiren arkadaşlarımızın zaten pek bir şeyden haberi yoktu. Biraz daha bilinçli olanlar ise dernek ya da parti çalışmalarına katılmıyordu. Bunun temel sebebi, ailelerimizin 12 Eylül Dönemi ve öncesini yaşamış, Türkiye’nin içinden geçtiği karanlık döneme bizzat tanık olmuş ve kendi çocuklarını koruma davranışıyla siyasetten bilinçli olarak uzak tutmalarıydı.

    19 yaşımda üniversiteye gittim. Orada da aynı çizgide, tamamen yasal zeminde çeşitli çalışmalara katıldım. Atatürkçü kimliğimi gururla dile getirmekten de geri kalmadım. Üniversite ortamından beklentilerimiz, kendimizi hem sosyal hem zihinsel olarak geliştirebileceğimiz bir yer olmasıydı. Maalesef ne bu yönde ne de akademik yönde hiçbir beklentimizi karşılamayan bir ortam ile karşı karşılaştık. Kimse bizim elimizden tutup beynimizin içine teori doldurmuyordu. Hatta gerçekten insancıl bir iki akademisyen hariç çoğu, öğrencileriyle ilgilenmeyi kendilerine zul görüyordu. Bir de her şeyin farkında gibi davranıp entelektüel takılan modeller vardı. Bunlar, hiçbir şeye dahil olmadıkları gibi, bizim gibi heyecanlı ve girişken öğrencileri sürekli eleştirirlerdi.

    Kısacası, ülkemiz ya da üzerinde yaşadığımız dünyanın faydasına yapabileceğimiz bir şey varsa, onun yolunu kendimizin açması gerektiğini o zaman anlamıştım. Kesinlikle kabul ettiğim bir şey daha vardı ki, o da apolitik olmak gibi bir seçeneğin asla olmadığıydı.

    Üniversiteden sonra gazeteciliğe başladığımda, benim yaşım kadar gazetecilik hayatı olan bir hanımefendinin siyasetin hayatın içindeki yeri hakkındaki açıklamasını not etmiştim: “Ben siyasetle ilgilenmiyorum diyemezsiniz. Soluduğunuz havada bile siyasetin etkisi var. Bir şirket geliyor, termik santral yapmak istiyor. Havanı kirletecek. Siyaset kurumu buna izin veriyor ya da engel oluyor.”

    Bahsettiğim hanımefendi hâlâ hayatta, Bursa’da gazetecilik yapmaya devam ediyor.

    Bizim kuşağımız, bu anlayışların içinden geçerek kendi doğruları ve evrensel kabuller için mücadele etti. Ama nasıl olduysa bir anda gençlik üzerindeki siyasi kabuller, çok değil, 10 yıl öncesine göre taban tabana zıt bir noktaya geldi.

    Şimdi gençler için siyaset, günlük ve olması gereken bir uğraş. Gençler ciddi anlamda politize oldular. Bilgileri var. Yeterli mi, tartışılır. Yorumları var. Doğruluğu ya da geçerliliği tartışılır. Ama var.

    Çünkü gençler, evrenin bilgisine artık bizden çok daha kolay ulaşıyor. İnternet artık temel ihtiyaç. Sosyal medya, Marshall McLuhan’ın mezarında ters dönmesine neden oluyor. Yapay zekâ hayatın her alanını etkiliyor.

    Burada şöyle bir çelişki ortaya çıkıyor: Bizim öğrenciliğimizde sosyal medya, hakaret ya da suç teşkil edecek paylaşımları bir kenara bırakırsak, düşüncelerin daha rahatlıkla dile getirilebildiği bir alandı. Paylaşım yapmak daha ciddi bir işti. Tabii ki espri ve eğlence de vardı.

    Şimdi ise sosyal medya, siyasete dokunan, esprili ve eğlenceli paylaşımların bile insanlarda tedirginlik uyandırdığı bir ortam hâline geldi. Politize olan gençler kendilerini bir şekilde ifade etmeye devam etseler de, “komik kısa videolar” virüs gibi, beyin yiyen bakteri gibi sosyal medyayı işgal etmeye devam ediyor.

    Bir eleştirim de gençlere olsun. 2000 ve sonrası doğanların siyasetle içli dışlı olurken konunun ciddiyetini biraz kaybettiklerini görüyorum. Sonuçta kentimiz ve ülkemizin geleceği için bir şeyler yapıyorsak, sakin ve ciddi şekilde düşünüp uygulamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

    Bugün sahip olduğumuz internet ve sosyal medya imkânları bundan 10–15 yıl önce olsaydı, bugün Türkiye’de ne konuşuyor, neyi tartışıyor olurduk, düşünmek lazım.

    Arada yüzlerce yıl yok. Fakat bir nesil için sınırlı bir grubun “niş” olarak ilgilendiği siyaset, bugün gençlerin günlük ilgi alanlarının bir parçası.

    Bu gerçekten çok güzel bir şey.

  • “Boğulmamak İçin” Orwell Okumak

    “Boğulmamak İçin” Orwell Okumak

    Orwell’le 2010 yılında tanıştım. İletişim Fakültesi’nde, Hukukun Temel Kavramları dersine gelen hocamız, henüz ilk derslerde bize “Hayvan Çiftliği”ni önermişti. Hatta önermekle kalmamış, sınavda bu kitaba atıf yapanlara ek puan vereceğini söylemişti.

    Öğrenciyken kötü bir huyum vardı. Ödev olarak verilen hiçbir kitap, film ya da başka bir şey ilgimi çekmezdi. Bunları daha sonra görev olarak değil, keyif almak için okur, izlerdim. Sanırım bu yüzden “Hayvan Çiftliği”ni de okumamıştım. Bir internet sitesinden, 1954 yılında, Halide Edip Adıvar’ın çevirisiyle Maarif Vekaleti’nin hazırladığı baskısını satın almaya niyetlensem de satıcı kitabı bulamadığını söyleyip siparişimi iptal etmişti. Daha sonra Can Yayınları’ndan beyaz kapaklı olan kitabı alıp okudum.

    Orwell’in ikinci kez okuma listeme girmesi de bir büyüğümün sosyal ve siyasi konularda sohbet ettikten sonra “1984‘ü mutlaka oku” tavsiyesi üzerine olmuştu. Sanıyorum 2011’di. Bursa’da, Osmangazi Bursaray İstasyonu’nun orada, şimdi İpekböceği durağının tam karşısında bir kırtasiye vardı. Oradan almıştım. Uzun zamandır orada ne kitapçı ne de kırtasiye var. Buradan aldığım kitabı biraz gecikmeli olarak, 2015 yılının yaz aylarında, mezun olup gazeteciliğe başladığım zamanlarda okudum.

    1984, o dönem zihin dünyama balyoz gibi indi.

    Orwell’in ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra, 2021 yılında kitapları telifsiz kalınca Türkiye’de bütün yayınevleri Orwell basmaya başladı. Kimi yayınevleri nitelikli baskıları piyasaya sunduktan sonra Türk okuru için ciddi anlamda “Orwell bolluğu” ortaya çıktı. 1984‘ün çeşitli sebeplerle özellikle 2020’li yıllara doğru popülerleşip, sonra telifin sona ermesiyle her yerden 1984 fışkırmasıyla Türk okuru da, özellikle genç okurlar, “Orwellian” edebiyatla tanıştı.

    Bu, benim için güzel bir şey olsa da artık herkes “Hayvan Çiftliği” ya da “1984”‘ü bir şekilde okumuş olduğu için aslında sohbet konularında aktarabileceğimiz fazla bir şey kalmadı. Entelektüel bir sohbetin en korkutucu tarafı, gerçekten fikir sahibi olduğunuz bir konuda artık herkesin bir şekilde fikir sahibi olduğu için sizin de sıradan biri gibi algılanabilecek olmanız.

    Neyse, Orwell konumuza dönelim.

    İki kitabını o dönem okuduktan sonra, diğer kitaplarını da okuma gereği duyup roman ve denemelerini kütüphaneme kattım. Tabii bir süre sonra favori kitabım artık 1984 değil, ünlü iki kitabından da önce, bu öykülerin “nüvesi” olarak nitelendirilen, Türkçeye “Daralma” ya da “Boğulmamak İçin” olarak çevrilen “Coming Up For Air” oldu. Kitabın ana karakteri George Bowling’de kelimenin tam anlamıyla kendimi buldum. 2017 yılında okuduğum kitap, bir kez daha okunacaklar arasında yer alıyor. İkinci turu tamamladıktan sonra kapsamlı bir inceleme yaparız.

    “Hayvan Çiftliği”ne dönelim. Aslında sayfayı açıp klavyenin tuşlarına basmaya başladığımda, Orwell’in nispeten daha rahat okunup algılanabilir kitaplarından “Hayvan Çiftliği” hakkında birkaç şey söylemek niyetindeydim.

    Okumayanlar ya da konusu hakkında bilgi sahibi olmayanlar için şöyle özetleyebiliriz: Beylik Çiftlik adında bir yer var. Burada, hayvanlar bir gün çiftliğin yönetimini ele geçirip tamamen eşit bir düzen kurmanın hayalini kuruyorlar. Bir süre sonra bu hayalleri gerçek oluyor. Çiftliğin sahibi olan insanı kovup yönetimi devralıyorlar. Napoleon adlı domuz, liderleri oluyor. Önce kendi marşları, bayrakları, kendi yasaları ile ideal bir düzen kuruyorlar. İnsana ait olan her şeyi dışlayıp tamamen kendilerine özgü bir hayat sürüyorlar. Öyle ki, insanca yaşamanın kötü olduğunu anlatmak için “Dört Ayak İyi, İki Ayak Kötü” söylemini slogan ediniyorlar. Fakat bu devrim de bir süre sonra yozlaşıyor. Eşitlik düzeni bir tür oligarşiye dönüşüyor. Herkesin eşit olduğu bu çiftlikte “bazıları daha eşit” hâle geliyor. Sonunda domuzlar ve insanlar işbirliği içine girip aynı sofrayı paylaşırken Beylik Çiftlik’in diğer hayvanları artık insanların ve domuzların yüzlerini ayırt edemez hâle geliyor.

    Orwell, bu kitabı aslında Sovyetler Birliği’nin ikinci lideri Stalin’i eleştirmek için yazmış. Özünde bir Sovyetler eleştirisi olan öykü, temelde tüm otoriter siyasi sistemlerin uygulamalarını anlattığı için, dünyanın farklı yerlerindeki okurların tanıdık şeyler bulabileceği bir anlatı.

    “Hayvan Çiftliği”, yazarın en sevdiğim kitabı değil ama Orwell’i kitlelere tanıtan eseri olması nedeniyle dünya edebiyatında önemli bir yere sahip. Orwell’in 1945’te yazdığı bu kitabı, 80 yıl sonra okuduğunuzda, otoriter rejimlerin uygulamalarının nasıl değişmediğini, anlamını kaybederken varlığını nasıl sürdürdüğünü şaşkınlıkla okuyabilirsiniz.

  • Penceremden Gemlik

    Penceremden Gemlik

    Çarşıya gideceğim zaman, Cumhuriyet Caddesi’ndeki durağa yürüyorum. Eski İnan Market sonra Migros olan dükkanın karşısında otobüse biniyorum. Aslında sitenin arka tarafında da durak var, aynı otobüs önce o duraktan geçip, Manastır’ı turlayıp sonra benim olduğum durağa geliyor. Ama orası yokuş yukarıda kaldığı için aşağı yürümek bana daha kolay. Malum, Manastır, yani Cumhuriyet Mahallesi.

    Navodari Caddesi’nden, Belde Yokuşu’ndan aşağı inerken eşine az rastlanır bir manzara ile karşılaşıyorum. Karşımda Gemlik, her seferinde güzelliği karşısında Orhan Veli gibi şaşkınlığımı gizleyemiyorum.

    Serbest Bölge’den Özdilek’e kadar olan bölüm gözlerimin önünde uzayıp gidiyor. Bitmeyen yaz saati uygulaması nedeniyle kışın karanlık sabahlarında evden çıktığımda evlerin ışıkları, sokak lambaları birer yıldız gibi parlıyor. Işıl ışıl Gemlik. Bambaşka bir evren gibi. Aydınlık sabahlarda ise Körfez, güneşin altında boylu boyunca uzanıyor. Duru havalarda karşısı çok yakın gibi görünüyor. Elimi uzatsam Umurbey’deki zeytin ağaçlarından ölümsüz meyveyi koparacak, bir adım atsam Hisar Mahallesi’ne ulaşacakmışım gibi. Gemlik’te zaten her şey böyle değil mi? Çok yakın hem de çok uzak.

    Otobüs genelde bizim duraktan dolu geçiyor. Zaten ufacık arabalara hiçbir zaman anlam veremedim. En iyisi çarşıya yürümek. Bunun için birkaç farklı güzergâhım var. Normal zamanlarda Uzay Apartmanı’na kadar yürüyüp, apartmanın arkasındaki yokuştan Kayıkhaneye iniyor, merkeze kadar sahilde devam ediyorum. Eski Sahil’de, kayalıkların arasında bolca kedi oluyor. Çevredekiler onlara iyi bakıyorlar. İki pisi pisi deyince ayaklarınıza dolanıyorlar.

    Yürüyüşte diğer güzergâhım, Yenimahalle Bayırı’ndaki yine aynı yere inen merdivenler. Dik Sokak olarak geçiyor. Gemlik’in belki en az bilinen ama en güzel yerlerinden biri. Caddeden sahile iki taraflı bir merdiven iniyor. Sağında solunda sıvası dökük evler, taşların arasından çıkan otlar, merdivenin sahille birleştiği yerde ise bakımsızlıktan kendini bile unutmuş Rum Çeşmesi var. Aslında evler beyaz ya da maviye boyansa ki mavi bir ev var, merdiven mermer yapılıp korkulukları yenilense, otlar biçilse, sokak aydınlatılsa, çevre düzenlemesi yapılsa en güzel fotoğraf çekilecek yerlerden biri olur. Çünkü sokağın başında, yüksekte olduğunuz yerde binaların arasından denizi ve karşıdaki fabrikaları görebiliyorsunuz. Gemlik’i en güzel yansıtan açılardan biri.

    Üçüncü güzergâhım ise Yenimahalle’den Balıkpazarı’na, oradan 1 ya da 2 No’lu caddeler veya yine Eski Sahil’e, çay bahçesinin önüne çıkmak. Güzel havalarda dolaşan kediler bir yana, soğuk sabahlarda da ahşap çardakların üzerinde kocaman köpekler uyukluyor. Orada biraz fazla köpek var. Ama hepsi uysal görünüyor. Şimdiye dek kimseye saldırdıklarını duymadım. Bazen kendi aralarında bağırıp duruyorlar. Ama siz oynamaya çalıştığınız zaman hemen kuyruk sallamaya başlıyorlar.

    Son güzergâhım ise en uzun, en keyifli olanı. Belde Yokuşu’nun tersinden Kültür Merkezi’ne, oradan Migros önünden Orkent Sitesi’ne, sitenin yolundan ise Manastır Sahili’nin başlangıcına yürüyorum. Buradan da yine çarşıya. Tüm Manastır Sahili’ni boydan boya yürümüş oluyorum. Vaktim çoksa rahat ve keyifli bir yürüyüş oluyor. Güneşli havalarda gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Pek sevmem ama belki güneş gözlüğü kullanmanın zamanı gelmiştir. Bu sahili ayrı seviyorum. Lise’deyken arkadaşlarım burada bana sürpriz doğum günü kutlaması ayarlamışlardı. Pasta gelmişti ama bıçak yoktu. Herkes önce birer parça koparıp yemiş, sonra da kalan pastayı birbirlerinin yüzlerine gözlerine atmışlardı. Fotoğrafları arşivimde durur. Yağmurlu bir günde de şemsiyemi alıp bu yolun tadını çıkarayım demiştim. Çok ıslanmadım ama sonraki günlerde nezleyle uğraşmak zorunda kalmıştım. Pandemi döneminde, sokağa çıkma yasaklarının hafiflediği günlerden birinde yine yürüyüş yapıyordum. Bir düğün konvoyu, amfi tiyatronun oradaki yokuştan yukarı çıkıp durdu. Sonra havaya ateş etmeye başladılar. Polisi arayıp ihbar etmiştim! Barbarlığa tahammülüm yok. Yanımdan geçen bir kadın da aynı şeyi yapmıştı. Yolun ortasında kalan, irice bir elma büyüklüğündeki kaplumbağayı da unutmamam. Kabuğundan tutup kenara koymuştum.

    Ne kadar çok hikâye var…

    Nereye baksam, nereye adım atsam, nerede dursam, etrafıma biraz baktığımda, gürültüye biraz kulak kabarttığımda, insanları izlediğimde, yüzümü Şahinyurdu’ndaki Atatürk imzasına çevirdiğimde binlerce anı beliriyor zihnimde. Kumla’nın kaldırım taşlarında, Umurbey’de Celal Bayar Anıtı çevresinde, Kurşunlu’da Gündoğdu’ya ayrılan yolun oradaki kahvede, Adliye’de, Şükriye’de, Muratoba’da, Hamidiye’de, Fındıcak’ta hatta…

    Seviyorum burayı. Gerçekten çok seviyorum.

    Gemlik’ten ayrı kaldığım en uzun süre bir aydı. Üniversite öğrencisiydim. Bir ay gelmedim. En sonunda terminalde otobüsten indiğimde ağlayacaktım.

    Ne var ki burada, böyle sevecek diyebilirsiniz. Hepimiz farklı sebeplerden burayı sever ve kopamayız. Örneğin lise son sınıfta olup da üniversiteye hazırlanan hemen her Gemlikli genç, başka bir şehre gitmekten ve bir daha buraya dönmemekten bahseder ama bunu çoğu yapamaz. Pek azı gittiği yerde kalır. Farklı şehirlerde üniversite okuyan gençler, mezun olur olmaz buraya dönerler. Gemlik onları bırakmaz.

    Aslında Gemlik’e biraz kırgınızdır, çünkü kurduğumuz hayallerin karşısında bir duvar gibi dikilir. Genelde o duvara toslarız. Bir yerde kalır, devam etmeyiz. Elimizdekiyle yetiniriz. Hepimiz duymuşuz ya da birilerine söylemişizdir: nihayetinde burası Gemlik’tir! Olabilecekler sınırlıdır. Yapılabilecekler bellidir. Bu yüzden çok açılmamak gerekir. Peki, neden böyle? Bu dar zihniyeti neden değiştirmek gerekir, neden bunu yıkıp yerine yeni bir bakış açıcı getirmek gerekir? Peki, yıkarsak, Gemlik’e dünya gözüyle bakarsak ne olur? Bunların cevabı yok. Bu yüzden bazı şeylerin cevabı ne yazık ki hâlâ “burası Gemlik”ten ibaret.

    Ama tüm bunlar Gemlik’i sevmeme engel değil.Nazım Hikmet, sevdiği kadın Vera’ya yazdığı mektupta “bu şehir güzelse senin yüzünden” der. Gemlik de öyle, yaşadıklarımıza, ailelerimizle, dostlarımızla, bitmeyen mücadelelerimiz, kaygılarımız, başarılarımız ve hayal kırıklıklarımızla güzel. Gemlik, bizim olduğu için güzel. Her şeyi bize sunduğu için, bizim ondan faydalanmamıza izin verdiği için güzel. Bizim ona kattıklarımızla güzel. Sevgilimizle sahilinde el ele gezdiğimiz, 29 Ekim’lerde marşlarla sokaklarını inlettiğimiz, Ramazanlarda top sesinden hep birlikte ürktüğümüz için güzel.

    Bu şehir güzelse bizim yüzümüzden güzel.

    Peki, daha güzel hale getirmek için en yapabiliriz?

    Bu soru 15 yıldan uzun süredir zihnimi meşgul ediyor. Meslek seçimimde de, içinde bulduğum sosyal çalışmalarda da hep Gemlik’e, kentimize ne katkım olabilir düşüncesiyle hareket ettim. İyi işler yapıp yapamadığımızı tarih not alsın.

    Gemlik’te siyaset ile ilgilenenler, sivil toplum kuruluşlarında çalışanlar, herhangi bir şekilde kentin sosyal hayatında yer alanlar “Gemlik için çalışıyoruz” ya da “Gemlik ortak değerimiz” gibi söylemler kullanıyorlar. Bu ortak değer, bu Gemlikli olmak üst kimliği uygulamada nasıl karşılık buluyor? İş siyasete, partiler ya da bireysel menfaatlere gelince maalesef uçup gidiyor. Siyaset esnafı ortak değeri kendi dünya görüşünden, kendi bakış açısından yorumluyor. Bu arada, işini layığıyla yapanlar alınmasın, ama bir siyaset esnafının varlığını kimse inkâr edemez. Zaten Gemlik’te siyasetin de sivil toplumun da sporun da diğer sosyal ve kültürel faaliyetlerin de kalitesini aşağı çekenler bu siyaset esnafı…

    Gemlik çok büyük bir kent. Bu kadar fazla, bu kadar farklı konuyu, ilgi alanını, bakış açısını bünyesinde barındırmak, her ilçenin yapabileceği bir şey değil. Ama doğadaki entropi ve denge gibi, kaosun kendi düzenini yaratması gibi her şey tüm bu kargaşaya rağmen bozulmaz bir düzen içinde devam ediyor. Hiçbir zaman bitmeyen çekişmeleriyle bir şekilde her şey olması gerektiği gibi ilerliyor. Evet, ama sahip olduğumuz şeyleri geliştirerek, üzerine ekleyerek mi gidiyoruz? Yoksa her seferinde dünyayı yeniden keşfetmeye çalışmak gibi, bir döngünün içinde sonuçsuz bir şekilde uğraşıyor muyuz?

    Mesela Gemlik’te son beş yılda, on yılda, on beş yılda ne değişti? Neleri değiştirdik? Bunları hepimizin sorgulaması, uzun yıllardır siyaset yapanlar ve sivil toplum kuruluşlarında çalışanların şapkalarını önlerine koyarak düşünmeleri gerekiyor. En büyük eksiğimiz bu. Günlük mücadeleleri atlatıyor ama sonuca dikkat etmiyoruz. Yöntemi hele hiç önemsemiyoruz.

    Eleştirdiğimiz kadar, yerine daha iyisini koymak için ne yapıyoruz? İddiamız ne? Gelecek yıllarda nasıl bir kentte yaşamak istiyoruz? Peki, ben nereden bakıyorum, ne görüyorum?

    Bakalım…